2011’de temel demokratik hak taleplerini duyurmak için sokağa çıkan Suriye halkına devrik lider Beşşar Esed yönetimindeki Baas rejiminin ağır silahlarla karşılık vermesiyle patlak veren iç savaş, kısa bir süre önce Suriye Milli Ordusu (SMO) ve Heyet Tahrir Şam'ın (HTŞ) Şam’a girmesiyle sona erdi. Suriye’de 8 Aralık’tan itibaren bambaşka bir siyasi gerçeklik meydana geldi. Bu gerçeklik, yeni dönemde Suriye’nin hem iç düzeninde hem de uluslararası ilişkilerinde köklü değişiklikler yaratacak bir sürecin başlangıcı olarak değerlendiriliyor.
Gelinen noktada, Suriye krizine müdahil olan her aktörün gerek vekil unsurlar aracılığıyla gerekse de doğrudan gerçekleştirdikleri girişimleriyle konumlarını tahkim etmeye çalıştıkları anlaşılıyor. Türkiye açısından bakıldığında ise Türk dış politikasının en önemli gündem maddelerinden biri olan Suriye meselesinin yalnızca dış siyaseti değil iç siyaseti de derinden etkileyebildiği görülüyor. Dolayısıyla, Türkiye'nin Suriye krizinin başından Esed’in devrilmesine kadar izlediği seyrin çok taraflı ve çok boyutlu bir gözle analiz edilmesi, hem Türkiye’nin milli çıkarlarını temin etmek hem de krizin çözümüne yönelik öneriler geliştirebilmek için kaçınılmaz bir entelektüel çaba olarak karşımıza çıkıyor.
Dünya düzeni büyük bir değişim içinde
Bin yıla yakın bir süre gücünü koruyup hüküm sürdükten sonra son demlerini yaşarken Voltaire’in esprili ifadesiyle "Kutsal Roma İmparatorluğu artık ne kutsaldır ne Romalıdır ne de bir imparatorluktur." Küresel düzeyde bugün karşı karşıya olduğumuz problem ise şudur: Yaklaşık 2,5 yüzyıl sonra Voltaire’in ifadelerinden ilhamla son demlerindeki liberal dünya düzeni artık ne liberal ne dünya çapında ne de düzen içindedir. Uluslararası düzeni yönetmek isteyenlerin küresel çerçeveler oluşturma çabaları başarısızlığa uğradı. Bu sebeple, dünyadan bir bütünmüş gibi bahsetmek artık giderek zorlaşıyor. Ayrıca, uluslararası sistemde korumacılık yükselişte ve küresel ticaret müzakereleri sonuç vermedi. Dünyada yeni bir güç odağı olarak ortaya çıkan siber alanın kullanımını düzenleyen çok az kural bulunuyor. Bu sebeple, her biri nev-i şahsına münhasır bölgesel düzenler veya düzensizlikler ortaya çıkıyor. Bu duruma en iyi örnek ise Orta Doğu ve Suriye’de yaşananlardır.
Bugünkü dünya, 1939-1991 döneminin ideolojik kutuplaşma içerisindeki dünyasına benzemiyor. Bugün yaşananlar, küresel bir savaş olan Birinci Dünya Savaşı’nın öncesindeki 10 yılları çok daha fazla hatırlatıyor. Şu anda küresel ve bölgesel güçlerin yükselip-düştüğü bir çağda milli güç savaşlarına tanık olduğumuzu söyleyebiliriz. Hakim emperyal güç olan Amerika Birleşik Devletleri (ABD), statükoyu sürdürmek için sürekli hamle yapma peşindedir. Öte yandan Çin, İngiltere ve Türkiye gibi güçlenen aktörler, ABD’nin orantısız güç ve servet paylaşımından rahatsızlar. Rusya ve Avrupa Birliği (AB) gibi çok-uluslu yapılar ise eski şaşalı günlerini arıyorlar. Bu noktada Batı, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) geri dönmesinden; Rusya ise Batı destekli rejim değişikliği dalgasından korkuyor. Onların ifadesiyle "radikal İslam" ise her iki tarafın ortak korkusudur.
Dünyanın genel durumuna baktığımızda 1945-1989 arasında olduğu gibi büyük bir ideolojik mücadele kapıda değil. Hatta ortada yeni bir “Demir Perde” de gözükmüyor. Şu anki düzende başat bir dünya gücünün yanı sıra, ABD’nin hakimiyetinin azaltılmasını isteyen fakat henüz bu hedefini gerçekleştirecek kadar da ilerleyememiş yükselen ve gerileyen güçler bulunuyor.
Bu durum, konuyla ilgilenen uzmanlarda bazı anlaşmazlıklara yol açıyor. Bazı uzmanlarda mevcut durumu anlamlı kılmak için Soğuk Savaş nostaljisine başvurma eğilimi var ama bu doğru bir benzetme değil. Mevcut durum, daha ziyade yeni ortaya çıkan büyük güçlerin rekabet çağı olan ve devletler arasındaki ilişkilerin ideolojik haklılıklara değil milli menfaatlere dayalı olduğu 19. yüzyılın ikinci yarısına benziyor. Mevcut küresel yapıda başat bir güç bulunuyor ancak bu güç kendi milli menfaatlerini savunma arayışındaki diğer güçlerin meydan okumalarıyla yüz yüze kalıyor. Dünya, 21. yüzyılı 20. yüzyılın gözlüğünden anlamaya çalışarak hala eskilerle yerinde sayıyor. Dolayısıyla, hem Suriye ve Orta Doğu için hem de dünya için şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, İkinci Soğuk Savaş’ın eşiğinde değiliz.
Suriye'yi neler bekliyor?
Suriye’nin yakın gelecekte kısa bir süre içerisinde tek başına toparlanabilmesi mümkün görünmüyor. 13 yıl süren iç savaşta Suriye ekonomisi ciddi bir biçimde harap oldu. Ambargo altında olan ülkede işsizlik ve üretimin çöküşüyle yakıt ve gıda sorunu baş gösteriyor. Coğrafya ve tarih bize Sykes-Picot düzeninin yapay devletlerinden biri olan Suriye’nin, Türkiye’den destek almazsa Orta Doğu’daki çalkantının merkez üssü olmaya devam edeceğini söylüyor. Zira, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından ve yapay sınırlarla yeni devletlerin oluşturulmasından bugüne bölgede kan ve gözyaşı hiç dinmedi.
Bugün geldiğimiz noktada Türkiye kısa vadede olmasa da uzun vadede Suriye’de kazananlardan biri oldu. Zira, devrilen Esed rejimi Suriye'de azınlık, etnik ve dini/mezhepsel bir diktatörlüktü. İran yabancı Şii bir işgalciydi. Rusya, Esed ve İran’a verdiği destekle lekelendi ve Suriye'ye konuşlandırdığı hava varlığından başka pek de bir şeyi yoktu. ABD ise süreç boyunca terör örgütü PKK’nın Suriye koluyla hareket ederek meşruiyet sorunu içerisine girdi. Diğerlerine nazaran, Türkiye'nin coğrafi avantajlarının Suriye’de kuvvet kullanmak üzere askeri birlik sevkiyatı için kolay olması burada Türkiye'ye çeşitli avantajlar sağladı.
Suriye’deki hadiseleri tahayyül ederken bölgede yaşananların Ukrayna’da, Balkanlar’da ve Avrupa’da olan bitenle bağlantılı olduğunu gözlerden ırak tutulmamalıdır. Zira daha önceki dönemlere nazaran uluslararası düzende hiç olmadığı kadar her şey birbiriyle iç içe geçti. Örneğin, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Suriye’ye müdahalesi, kısmen Ukrayna’yı ilgi odağı olmaktan çıkarma ve böylece Suriye’den Türkiye’ye, oradan da Avrupa’ya göçmen akınını yönlendirerek Avrupalılara karşı bir koz edinme amacı taşıyordu. Önümüzdeki süreçte Suriye’de, Irak’ta ve çevre ülkelerde güçler arasında devam eden bölgesel hakimiyet mücadelesi, yeni post-emperyal düzeni belirleyecektir. Suriye’deki mücadele devletler arasında ancak artık devlet-altı yapılar da bu mücadelenin aktörleridir. Suriye’de bir gücü ya da bloku ön plana çıkaracak şey, düzeni yeniden kurmak olacaktır çünkü bir düzen tesis edilmeden hiç kimse için özgürlük mümkün değildir.
Türkiye, Suriye’de hadiselerin başladığı Mart 2011’den bu yana uluslararası konsensüsün bozulması sonrasında uluslararası arenada yalnız kalmak pahasına da olsa Esed rejimi karşıtı hareketleri destekledi. Ayrıca, 2016'da Fırat Kalkanı Harekatı ile uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını kullanarak terörle mücadele kapsamında Suriye sahasına bizzat müdahale etti. Türkiye, Fırat Kalkanı Harekatı'ndan bugüne sivil ve askeri tüm unsurlarıyla Suriye halkının yanında oldu. Türkiye bu mücadele için hem maddi hem de manevi ciddi bedeller ödemeye de devam ediyor. Dolayısıyla, buradaki mücadele sadece Suriye halkının bir özgürlük mücadelesi olmaktan çıktı aynı zamanda Türkiye için de bir beka sorunu haline geldi. Gelecekte Suriye’de ortaya çıkacak olumlu manzara Türk dış politikası için sadece Suriye’de değil tüm cephelerde kendisine büyük bir kazanım sağlayacak sonuçlar doğuracaktır.
[Dr. Cemil Doğaç İpek, Milli Savunma Üniversitesi Kara Harp Okulu Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesidir.]
* Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Daily Ummah'ın editoryal politikasını yansıtmayabilir.